Ergun Babahan'ın Sabah Gazetesi son yazısının yorumu

Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Ergun Babahan'ın Sabah'taki son yazısıKöşe yazıları çok şey anlatır. Ama üzerinde yazılan konu üzerinde değil de yazıyı yazan kişinin düşünceleri, duyguları, kendisi ve inandıkları hakkında. Yazar kendisini farkında olmadan ele verir ve derin yapısındaki çok önemli bilgileri açıklar. Bazen bir kelime ile veya bir cümle ile. Ancak Ergun Babahan’ın Sabah gazetesindeki son yazısı da düşünüldüğünden çok daha fazla bilgiyi aktarıyor. Kafka’vari tarzda yazılan yazı Schopenhauer ve Nietzche’den de esintiler taşıyor gibi.  Okuduğunuzda çok önemli bilgileri bulacaksınız Ergun Babahan hakkında, hem de ilk ağızdan. Bu bir "Kishileaks" yazısıdır.

Gazetelerde Genel Yayın yönetmeni olabilmek önemli, hem de çok önemli. Ancak Genel yayın Yönetmenliğinden ayrılmanın, bu yazıda olduğu kadar acı hissettireceğini bilmiyordum. Ergun Babahan'ın yazısı sayesinde bunu da öğrenmiş oluyoruz.  Ana görevi bilgilendirmek olan medyadaki önemli gazetelerden biri olan Sabah’ın genel yayın yönetmeninin bu duyguları insanı gerçekten şaşırtıyor.. Yazar önemli şeyler anlatıyor. Ancak sanki içindeki yaşama sevinci kaybolmuş, hatta hiç olmamış gibi. Hiçbir yere ve hiçbir mesleğe ait olamamanın çaresizliği hissediliyor derinden. Pek de yapacak birşey kalmamış gibi yazar ve genel yayın yönetmeni için. Yaşayan bir ıssız adam örneği.

Yazı aşağıda, açıklamalar da tabii. Yazının başlığı “eksi bir yıl daha” olunca bir umut vermeyeceği anlaşılıyor okuyana..

Eksi bir yıl daha

Kendi seçmediğimiz bir ülkenin bir kentinde dünyaya gelip o ülkenin diline, inancına, toprağına sahip çıkıyoruz.

Sorunun doğumumuzdan başladığını anlatıyor yazar. Bulunduğu ülkeden, inançlardan pek memnun değil mi? Bunu anlayamıyoruz. Ancak sadece kentte yaşayanlara acı çektirmek istiyor gibi. Zira köylerde kaşabalarda ve şehirlerde de doğanlar var. Bunlar yazarı pek ilgilendirmiyor olsa gerek.


Aslında hepimiz bir ülkeye, bir kente, bir mahalleye, bir işe ömür boyu hüküm giymiş insanlarız.

İlk satırda söylenen cümle ile bu cümle çok tutarlı gibi görünse de karamsarlık daha da artıyor. Hüküm giymek. Bu yargıyı veren savcı kim yargıç kim. Bir kişinin her konuda mahkum olduğunu veya hüküm giydiğini düşünebilmesi için hissettiği veya işlediği suçlar ve hatalar olması gerekir. Yapmış mıdır? Bunu tabii ki kendisi bilebilir. Hem de hayatı müebbet hapiste kalan bir idam mahkumunun hissettiği gibi hissetmek çok şaşırtıcı.


Cezamız doğumla başlıyor, her geçen yıl müebbetten bir gün daha eksiliyor.

Yaşamanın ceza olduğunu düşünebilmek için gerçekten hayattan soğumuş olmak gerekiyor. Halbuki her canlı organizma hayatta kalmaya çalışıyor. Geçen her gün kişiyi ölüme yaklaştırdığı için şu anlam çıkabilir. Ölüm bir kurtuluştur yazar için.


Sevindiğimiz şey sonun yaklaşıyor olması gerçekte. Bu arada dilimize, dinimize, ırkımıza göre birbirimizi kırıp geçiriyoruz. Gerek günlük yaşamlarımızda bireysel olarak, gerek topluca...

Ölümün sevindirici olması veya kurtuluş olarak gösterilmesi, tarikat şeyhlerinin veya “öbür dünya koçlarının” anlatmaya çalıştığı konular. Türkiye’nin önemli gazetelerinden birinde Genel Yayın Yönetmeninin hayat dolu olması, istekleri olması, hayatı ve en önemlisi kendisini sevmesi gerekiyor, en azından . Bu şekilde hissedebilirse bu duyguları okuyucularına aktarabilir. Yoksa zaten aktarabilmesi mümkün değil. Bu cümlede kırıp geçirmek ve topluca kelimeleri yazarın aslında “özür diliyoruz” metnine imza atmak istediğini ama bunu bile yapamadığını da gösteriyor. Acaba yazar birilerini kırıp geçirmiş midir? Özellikle kendi gazetesinde Genel yayın yönetmeni olmak ve orada kalabilmek için birilerini kırıp geçirmiş midir? Bunu o gazetede çalışanlar bilebilir. Ancak suçluluk duygusu yazıya bütünü ile hakim ve kendi cezasını kendisinin verememiş olmasından dolayı da karamsarlık zihni bütünü ile sarmış durumda.


Bu bitmeyecek bir ceza gibi görünüyor ilk başlarda, ama seneler birbiri ardına devrilip gidiyor.

Senelerin devrilmesi, bitmeyecek gibi görünen ceza ve bitecek olmasının verdiği rahatlık. Sanki ben genel yayın yönetmenliğinden ayrılıyorum ama nasıl olsa hepimiz bir gün öleceğiz. Ben ölümün ne olduğunu şimdi anlıyorum, siz ise günü geldiğinde anlayacaksınız. Yaşadığı kalabalık içinde yapayalnız bir insan tarifi var yazarın yazdıklarında. Keşke kendisini bu kadar suçlu hissetmeseydi. Bu yazı sanki kendisini birilerine affettirmek için yazılmış gibi görünüyor. Ben suçluyum ve yaşamamalıyım mesajı var gibi.

İşte şimdi 2009.
Yeni bir yıl, yeni bir heyecan.
O da göz açıp kapayıncaya kadar geçecek.
Sonra, yaşasın 2010.

Bütün bunlardan sonra yazılanlar ise pek anlamlı değil. Siz istediğiniz kadar sevinin ama yukarıda yazılanlar gerçekleşecek, “ben kendimi kötü hissediyorum, o yüzden sizin de kendinizi kötü hissetmenizi istiyorum” alt emri derinden aktarılıyor. Bunu da o güne kadar kendisini ve gazetesini izlemiş olan okurlarına yapıyor. Bu hiç anlamlı değil.

Tutarlı olmayan ruh hali içinde yazılan bu yazı, yazar için görevini kaybetmenin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Geldiği yerde kalabilmek için çok çaba sarfetmiş ve orada kalamamış olmanın verdiği acı ile kaleminden bunlar çıkmış olsa gerek. Bu yazı bir felsefe kitabında, bir arkadaşa yazılan mektupta, kişisel bir tartışmada yazılabilir veya söylenebilir. Ancak bir gazete köşesinde yazılması, o gazetenin satın alınmaması ve tiraj kaybetmesi isteği olsa gerek. Zira insan ölümü düşünürken gazete okumak istemeyecektir. Olimpos dağında otururken yere indirilen bir tanrı-insanın yeniden ölümlü hale geldiğinde hissettikleri gibi.

Buradan çıkarılacak sonuç “Genel Yayın yönetmenliği hayattır, oradan ayrılmak ise ölüm”. Ancak Ergun Babahan genel yayın yönetmenliğinden ayrılan ilk veya son kişi olmayacaktır. Ama bu şekilde hisseden ve hissettiklerini yazan ve yazdığı gibi hisseden ve belki de kendisini reddeden ilk örnek olarak kalacaktır.

 

 

 

 

TOP